Neşe Kazan
Bir yaz sabahı güneş olanca yakıcılığıyla adeta yeryüzüne doğru akarken akşamdan ipe astığım çamaşırı alma telaşıyla çıktığım bahçede karşılaştım Cemile Abla’yla. Kendisi biz kendi evimizi yapana kadar ev sahibimizdi.
Saf, temiz, iyi yürekli…
Tanıştığımızda iki ay olmuştu oğlunu toprağa vereli. Herkes gibi düşünemese de acısının tarifi yok evladını yitiren her anne gibi.
Anne yüreği…
Zaman zaman boşluğa bakarken yakalıyorum onu. Bazen de yalnız geçen bayramlarını anlatıyor gözleri yaşlı. İki yıl oldu hala aynı. Her sohbetin sonu Hasan’ına çıkıyor. Her genç çocukta Hasan’ını görüyor. Her yıl bir sayı fazladan eklediği cümlesine “Yaşasaydı 33 olacaktı bu yıl.” diyor.
Güneşin erittiği bugünde, baktım ki perdelerini sonuna kadar açmış. Pencereleri de… Elinde çalı süpürgesi sormadan söyledi:
-Yarın cuma, süpüremem, bugünden yapayım.
-Neden yarın süpüremiyorsun?
– Kızanı ölenler cuma günü ev süpürmezmiş, öyle dediler.
– Sen inanma bunlara hurafe bunlar. Desem de kültürümüze yerleşmiş saçma sapan inançları dinden sayan bu insanlara neyi nasıl anlatacağım veya anlatmalı mıyım, ya da anlatsam anlarlar mı sorularıyla cebelleşmeye başlamıştım bile.
Evlat acısı asla azalmadan içlerini yaksa da bunu süpürgeye kadar indirgemek hangi zalim aklın doğurganlığı?
Sonra bir o mu derken din adına akıllara yerleşmiş bidatlar, hurafeler sanki bir bir resmi geçit yapmaya başladı aklımın önünden.
-Dilimin döndüğünce örneklendirerek anlatıyorum ki, anlaması gerçekten zor. Ama şans benden yana.
Bir anda elinde tepsiyle, orta yaşlarda teni güneşten yanmış, ayağında kot şort, başında bandana şeklinde bağlanmış tülbentle, pembe tişörtlü kadın salına salına bahçe kapısından içeri girdi.
-Sana aşure getirdim.
-Te be boşaltayım onu da tabakcığını veriim.
Cemile Abla eline aldığı kaseyi boşaltarak mutfaktan geldi ve alımlı kadına uzatırken:
-Allah kabul etsin, ölmüşlerinin ruhuna gitsin deyiverdi.
Aradığım fırsat tam da ayağıma gelmişti. Bu cümlenin bidat olduğunu dinde yeri olmadığını, kandilleri de dahil ederek anlattım. Tam “yatır” falan diyecektim ki, yaşadığı yerde yatır falan olmadığını hatırlayınca vazgeçtim. Kafasını fazla karıştırmamalıyım dedim. Ne anladı ne kadar anladı bilemem ama zeka seviyesi yüksek insanların bile anlamamakta direndiği konulardan olduğu için fazla üzerinde durmadım. Ben sadece içimdekileri açığa çıkarma fırsatı yakalamıştım, umursamazlık yapmadım.
Ertesi sabahı, beni her gün “Günaydın…” diyerek selamlayan Cemile Abla’nın “Hayırlı cumalar…” cümleleriyle karşılandım. Şaşkınlıkla ekledim:
-Neden dün sabah “Hayırlı perşembeler…” demedin? Dün hayırsız mıydı?
-….
Sustu.
Şimdi bunu nasıl açıklayacaktım. Perşembe akşamları okunan salaları dinden sayan insanlar günün anlam ve önemine binaen imza atıldığını unutmuş ve gel zaman git zaman yeni nesil bunu dinden bir ayet saymaya başlamıştı. Bu da bidattı.
Şimdi kime neyi anlatmaya çalışsam “Hayırlı cumalar…” mesajının da zamanında cemaat olarak kendini tanıtıp gerçek yüzünü sonradan gösteren ve toplumumuzu fitnesiyle zehirleyen malum örgüt döneminden hayatımıza giren bir uygulama olduğunu anlatamayacaktım. Fark ettim ki o örgüt öncesinde insanların birbirine cumayı hayırlayıp hayırlamadığını bilecek kadar da fazla yaşamışım.
Ben bunları düşünürken akşama camide mevlit olduğunu söyledi Cemile abla. Gel dedi bana da. Tanımadığımı bahane ettim. Zaten tanısaydım da gitmezdim. Kemikleşmiş inançları değiştirmek çok zor.
Ama bir “acaba” ile başlar her şey.
Ve bir vecize şöyle der.
“Merak, yola çıkmaktır”
16.08.2024
Neşe Kazan